top of page

ÖYKÜ: "Nasıl Vazgeçebilirim"

  • Sabırsızlık Zamanı
  • 13 Nis 2020
  • 5 dakikada okunur

Yine gece geç saate kadar uyuyamamıştı. Ev arkadaşı da şehir dışına çıkmıştı üstelik. Yeni yaşamına alışmaya çalışıyordu. Ne bu şehre alışıktı ne de insanlarına, yardım isteyebileceği kimse yoktu. Yalnızdı, o saçma alışkanlıkları ve paranoyaklığından kurtulamamıştı.

Evde 2 adım atıyor ve birden arkasını dönüp biri var mı diye kontrol ediyordu. Her şey alışkın olmadığı kadar sessizdi. Bir şarkı açtı, bir sigara yaktı. Uzaktaki sevdiğini düşünmeye başladı, gözlerini yumdu, birlikte oldukları zamanları hatırladı, bu çalan birlikte söyledikleri şarkıydı. Sonunda gerginliğini atmıştı üzerinden. Bu paranoyaklığa bir çözüm bulmuştu kendince, sevdiğini düşünmek… Masadaki kitabına baktı: “Felsefenin Temel İlkeleri: Diyalektik Materyalizm” birden utandı, bu kitabı ilk harfinden son harfine kadar okuyup defalarca tartışmıştı, ama az önce evde cin var mı diye kontrol etmişti, bu ironik olayın verdiği utançla gülümsedi, utanınca hep gülümserdi zaten. Sigarasını içmeye devam ediyordu ki birden kapının çalmasıyla irkildi. Kalbi çok hızlı atmaya başlamıştı işte, elleri titriyordu, kapıya doğru gitti “Kim o?” - ses yok. Hemen balkona çıktı etrafta kimsecikler görünmüyordu. Zaten kapkaranlıktı. Oturdu, derin bir nefes aldı. Kapıyı açmaya cesareti yoktu. Artık sokaktaki ve apartmandaki her tıkırtı onun için bir tehditti. Rüzgarın esişi bile korkutuyordu onu. Nerden çaldı bu kapı diyip küfür etti. Sigarası da bitmişti. Tam düşüncelere dalacakken kapı tekrar çaldı. Mutfağa koştu bir bıçak aldı eline. Parfümünü de aldı. “Kim o?” - Yine ses yok. Balkona koştu, köşede 2 tinerci vardı. Elleri titriyordu, gidip su içti. Halil’i mi arasaydı, onunla da yeni tanıştığını düşündü, olsun Serap’ın sevgilisiydi, hem evi de yakındı, ayıp olur bu saatte diye düşündü ve oturdu. Serap tam gidecek zamanı bulmuştu sanki. Kapıda beklemeye başladı. 10 dakika bekledi ses yok. Bıçağı yerine koydu ve tekrar oturdu. Kapı tekrar çaldı kapıya koştu. “Kim o? Benim benim, Halil.”

Derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı. Bir süre bakıştılar. Elinde bir buket çiçek, leş gibi rakı ve sigara kokusu, baygın bakışları, kirli sakalı ile Halil karşısındaydı. Şaşkına dönen Eylül açıklama bekliyordu, çok kızmıştı. Derken Halil konuşmaya başladı “Eylül, be”- yutkunmaya çalıştı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. “Sus, tamam hemen içeri gel. Ben sana kahve yapıyorum.” Halil’i oturttu küllüğü önüne koydu ve kahve yapmaya gitti. Şimdi kızgınlığı tamamen gitmişti, içine bir ateş düşmüştü “Dağ gibi adam ne hale gelmiş” diye düşündü, sonra kendine kızdı. “Sen onun annesi değilsin, öyle davranmayı kes!” Evet gerçekten değildi, ama anaç yapısı buna izin vermiyordu. Birinin derdini kendine dert edinişi, herkesi mutlu etmeye çalışması ve yemek için aldığı şeyleri önce yanındakilere yedirip son kalan parçayı yemesi, ince giyindiklerinde kızması ile yıllarca arkadaşlarının ona gülümseyip “Tamam anne, olur anne” demesi içten içe onun da hoşuna gidiyordu aslında.

Kahveyi önüne koydu, üstünü düzeltti ve oturdu. Halil’e baktı, gülümsedi, sigarasını yaktı. Kahveden bir yudum aldı. Meğer Halil çiçeği kapının önüne bırakıp kaçıyormuş, sonra kontrol etmeye geldiğinde çiçeğin hala orda olduğunu görünce tekrar çalıyormuş. Şimdi her şey yerine oturmuştu. Serap’a bunları anlatmak için sabırsızlanıyordu. Daha bugün ayrılma kararı almışlardı Serap da çok kötüydü gitmeden önce.

“Ben onu çok seviyorum Eylül, o beni sevmese de olur, hem Nazım ne demişti, sen elmayı seviyorsun diye o seni sevmek zorunda mı? Hayır, hayır sevmesin beni. Biz ayrıldık bugün, haberin var mı? Ama olsun, ben yine de seveceğim onu, bu çiçekleri beni affetsin diye almadım. O bunu hak ediyor. Kendimize layık gördüğümüz kişi, insanlığa layık gördüğümüz kişidir aslında.” Gözlerinden yaşlar döküldü, sigarasından bir nefes çekti. Odada birbirini tanımayan iki insan oturuyordu. Eylül sustu, gözünden birkaç damla yaş aktı, gizlice sildi. Yüzünü avuçlarının arasına aldı, bir süre öyle kaldı ve kafasını kaldırdı. “Lütfen ağlama, ilişkiler sonsuza kadar sürecek diye bir şey yoktur.”

“Evet, haklısın. Ama ben ondan vazgeçemem ki. 17 yaşında evden kaçıp İstanbul’a gittim, ailemi, her şeyi bırakıp. Çocukluğumu bıraktım ben orda. Makineler arasında büyüdüm, kardeşlerimi bıraktım orda, ailemi, her şeyi. Pişman değilim, böyle olması gerekiyordu. Sonra buraya yerleştim, ama hep bir şeyler eksik yaşamaya devam ettim. Bizim memleket nasıl kokar biliyorsun değil mi, zeytin ağaçları, tandırda pişen o ekmekler, defne ağaçları, Asi... Ben tüm bunlardan mahrum kaldım yıllar boyu. Sonra onu buldum, memleket kokuyordu, gözleri, elleri. Nasıl vazgeçebilirim ki, bir insan memleketinden vazgeçer mi? Ben son defa aşık oldum, bu son biliyorum, onu da kaybedersem beni yaşama bağlayan ne kalır… Benim hayatım şu karşıdaki tablo işte. Şu odaya bak, kitaplık var içinde, bir adam var uzanmış, masanın üstündeki çiçekleri görüyor musun, ne kadar güzel değil mi? Başıyla onaylamasını bekleyip devam etti. “Bu tabloyu güzelleştiren şey ne biliyor musun? Orda yanan bir lamba var bak, her yeri aydınlatıyor, onu kaldırsan hiçbir şey görünmez odada, işte Serap bu lamba gibi. O olmasa ben bir hiçim.” Eylül kahvesinin son yudumunu aldı, çok etkilenmişti, bir süre düşündü ve “Güneş açarsa lambaya gerek kalmaz.” Halil ona şaşkın şaşkın bakıyordu. “Ama bu sadece benzet-” diyemeden Eylül devam etti. “Sen hayatını neye benzetirsen benzet güneş hep vardır değil mi? Lamba da vardır, ama sadece bir süreliğine, hem ya elektrikler giderse, hava bulutluysa ve de ayışığı yoksa?” Halil’in şaşkınlığı giderek artıyordu, Eylül bu içkili kafayla beni nasıl anlasın diye düşündü ve devam etti. “Birinin seni aydınlatmasını beklemen çok normal ama bir süre sonra kendi kendine bunu öğrenmelisin yoksa hiçbir zaman kimseye ışık olamazsın.” Halil’in gözleri parladı, bir süre sustular ve Eylül’ü incelemeye başladı, anlamsız bakışlarla boşluğa dalıyordu sürekli, bacak bacak üstüne atmış, keyifle sigarasını içiyordu, hafif etine dolgundu, suratı kalemle çizilmiş kadar güzel, saçları kısa ve canlı, kendi de özgüvenli, zeki, hemen onu erkek kardeşiyle tanıştırmak istiyordu. Eylül devam etti. “Semiz otunu bilir misin?” Halil başıyla onayladı.Eylül gülümseyerek “Küçükken dedemlere giderdik yazları, köye, ailecek. Ben daha çok küçüktüm tabii, evlerinin yanında küçük bir bahçe vardı, biber domates ekerlerdi. Ben de dedemlerde ne zaman sıkılsam aşağı inip çıkan semiz otlarını koparıp ineğe yedirirdim. Tabi dedemler bu durumdan çok memnun oluyordu, sonuçta ben yapmasam onlar yapmak zorunda kalacaktı. Ama hep merak ederdim kim ekiyor bunları diye,sonuçta koparıp atıyorlar. Sonra bir gün yengem yanıma geldi ben toplayıp ineğe yedirecektim. Topladığım tüm semiz otlarını aldı, iki tane de domates kopardı. Ben şaşırdım tabi, yenildiğini bilmiyordum, inek yemeğiydi benim gözümde. Neyse yedik işte beraber çok da lezzetli. Ben de her bulduğum semiz otunu yıkayıp ekmek arası yapıyordum, biraz salatalık ve domates koyup. Ama hala bu otları kim ekiyor o bahçeye bulamamıştım. Bir gün yine topladım, yıkarken bir baktım elime miniminnacık toplar dökülmüş, anneme sordum bu ne diye, kızım bu tohumu dedi. Şaşırdım. Meğer ben ekiyormuşum o semiz otunu, rüzgar ekiyormuş, o bahçeden geçen herkes ekiyormuş o semiz otunu. Kendi kuruyunca tohumlarını bırakıyormuş toprağa. Biz de öyleyiz işte, hayatımızdan geçen her kişi, tohumlarımızı serpiyor etrafa, öyle güçleniyoruz. Bazen küçük bir rüzgar esiyor, belki fırtına kopuyor, ama kötü şeyler olmasa iyi olanların farkına nasıl varabiliriz, Serap’la bitti diyorsun, ona elinde bir çiçekle geliyorsun, hem de o bunu hak ettiği için. Ayrılmasaydınız da aynı şekilde gelir miydin, ya da yaptın mı daha önce bunu?” Halil Eylül’ün konuşması boyunca onu gülümseyerek dinlemişti. Ayağa kalktı gitme vaktiydi, ama eşyalarını toplarken konuşuyordu. “Keşke saat geç olmasa da sana dışarıda yemek ısmarlayabilsem, aslında bira da olabilir. Her neyse, temel eğitimini güzel almışsın, senden de güzel bir öykücü olacağına eminim, 11 yıl profesyonel devrimcilik yaptım, daha önce kimse bana diyalektiği bu kadar güzel anlatmamıştı. Tanıştığımıza memnun oldum derler ya, ben şimdi gerçekten memnun oldum. Umarım sen de olursun.” Elini uzattı. Eylül kafasını eğip sırıttı, Halil’in elini sıktı. Artık odada iki yabancı yoktu.


MİŞA FALİZ


Comments


Subscribe Form

©2020 by Sabırsızlık Zamanı. Proudly created with Wix.com

bottom of page