ÖYKÜ: "BU SENİN DİLİN"
- Sabırsızlık Zamanı
- 13 Nis 2020
- 4 dakikada okunur
Hep bir yere yetişmek ister gibi acelesi vardı. Bir işle meşgulken dünyada olup bitenleri kaçırmak istemezdi; nasıl olsa dünyası minicikti, tıpkı elleri gibi; ilgilenmekten çok keyif aldığı tarla işlerini yaparken çizik çizik olan elleri… Geceleyin annesiyle babasının düğün fotoğraflarına bakar, küçücük gözlerinden birkaç damla yaş akıtır, onlara gün içinde yaptığı şeyleri, halası yemek bulaşıklarını yıkayana kadar heyecanlı heyecanlı anlatır, içten içe bir övgü beklerdi, fotoğrafta hiçbir değişiklik olmayınca da buruk bir tebessümle “Neyse zaten sizin aferin demeniz için yapmadım, halam yorulmasın diye yaptım.” der ve yatağına geçerdi.
Her yemek yiyişinde “Acaba onlar da yemek yedi mi?” diye uzun uzun düşünür, lezzetli bulduğu yemekleri gizli gizli saklayıp “Köyden dönerken çantama koyarım, ablamlar da yesin.” diye düşünürdü. Ama halası sakladığı şeyleri her defasında bulur, yüzünde bir tebessümle “Ben gideceğin zaman yenisini yaparım, onları götürürsün.” der ve onun ne kadar büyük bir kalbi olduğunu düşünerek defalarca yanağından öperdi.
Halasını o kadar çok sevmesine rağmen ailesini çok özler, ama tekrar oraya dönmek istemezdi. Evde onu bekleyen iki ablasının en büyük zevklerinden biri onunla dalga geçmekti, kendi buna ne kadar çok içerlese de minicik kalbinde ablalarının kapladığı yer çok büyüktü. Annesi ve babasıyla her gün yatmadan önce sohbet ediyordu zaten. Ama bu küçük kız için köy yaşamı eğlenceli olduğu kadar zorluydu da.
İlk başlarda hiç alışamadı, herkes onun bilmediği bir dilde konuşuyor ve ondan bunları anlamasını bekliyordu, sonradan öğrendi ki bu dile “Arapça” adını vermişler. Türkçeyle birkaç devrik cümle kurabilen, bazen sadece kelimeleri bir araya getirip onunla iletişim kurmaya çalışan halası “Bu senin dilin, öğren.” derdi. Aynada hep dilini izler, Arapçaya benzeyen tarafını bulmaya çalışırdı küçük kız. Bazen komşular, akrabalar gelir, bağıra bağıra birkaç sözcük söyler, onu öpücüklere boğarlardı. Zamanla öğrendi ki bunlar sevgi sözcükleriymiş. Yavaş yavaş kendi dilini öğreniyordu ama yine de konuşurken,farkında olmadan, araya Türkçe sözcükler sıkıştırırdı.
Akşamları ninesi ona kalan birkaç dişiyle çekirdek ayıklar, o da bu ıslak çekirdekleri büyük bir keyifle yerdi. Çekirdek kabuklarından nefret ediyordu, madem atılacak, niye bu gereksiz şeyler vardı ki, zaten hep diline batıyorlardı… Her akşam çekirdek kabuklarına kinle bakar, onları parçalamaya çalışır, kabuklar bu defa ellerine batınca daha da öfkelenirdi. Bir gün bu durumdan sıkıldı ve ayçiçekleri ile konuşmak istedi ama ayçiçekleri hangi dili konuşurlar bilemedi.
Yatma vakti gelince o minicik ellerini halasının göğsüne koyar, kalp atışlarını büyük bir zevkle dinlerdi. Bazen kendi kalbini de yoklar bir elini sağ tarafa, bir elini sol tarafa koyar, kalbinin attığı yeri bulmaya çalışırdı, kalp atışını hissettiği yeri sol taraf diye kodlar, “Bir daha asla sağımı ve solumu unutmayacağım.” diye kendine söz verirdi. Bazı geceler gökyüzündeki yıldızları altıya kadar sayabildiği için altışar altışar sayar, en sonunda yorgunluktan uyuyakalır ve damda uyudukları için her sabah güneşle birlikte uyanırdı. Uyanınca hemen altını yoklar, “Ama ben sidikli değilim, yanlış kişiye geldin Güneş amca!” diyip güneşi kandırmanın verdiği mutlulukla yataktan kalkardı. Kendi yolluğunu kendi hazırlar, ekmeğe biraz tuzlu yoğurt veya salça sürerdi. Halası onu yere dökme diye uyarır, o ise her defasında yere döker ve “Yanlışlıkla” diye başlayıp cümlesini bitirmeden aşağıya, ahıra koşardı. Atın yanına gidip onu izler, bağıra bağıra ona birkaç sevgi sözcüğü söyler ve onu defalarca öperdi. At dilinde konuşmayı da öğrenmişti, at susup cevap vermeyince ata “Ben de bazen kendi dilimi anlamıyorum, boşver .” diyip onu teselli ederdi. Tarlaya giderken utana utana ata biner ve ona atça “Sırtın ağırınca inerim.” der ve yükü hafifletmek için su şişesini kucağına alırdı. “Büyüyünce ben de seni taşıyacağım.” diye atına söz verirdi.
Çiçeklerden en çok gülü, renklerden en çok kırmızıyı severdi. Gülce konuşmayı da öğrenmek istiyordu. Çünkü onların da kendi dilini öğrenmesini istiyordu. Onların da konuşmasını, her gün ne yaptıklarını anlatmasını istiyordu, hem zaten kendi de bazen atla konuşmaktan sıkılıyordu. Ama yine de onları çok seviyordu, çünkü yüreğinde sevgiden başka bir şey yoktu o güne kadar…
Bir gün başka köyden akrabaları geldi. Kendinden 3 yaş büyük bir çocukları vardı. Ama o kendi dilini konuşmuyordu, Türkçe konuşuyordu. Oyun oynarken ona dedi ki:
“Niye kendi dilinde konuşmuyorsun, halaların sana kızmıyor mu?”
“Benim dilim bu değilmiş, benim dilim Türkçeymiş, öğretmenim dedi bana.” Küçük kız bu duruma çok şaşırdı.
“Sen de benim gibiymişsin, sonradan öğrenmişsin kendi dilini.”
“Hayır, ben doğduğumdan beri Arapça konuşuyorum, ama sadece Araplar Arapça konuşur Türkiye’de yaşayanlar Türk’tür, Türkçe’den başka bir dil konuşmak yasak bu yüzden. Büyüyünce öğretmenin sana da kızacak, bir daha sakın Arapça konuşmaya kalkma. Benim artık gitmem gerekiyor, bir dahaki sefere sen bize gel.”
Misafirler gitmişti, miniğin canı hiçbir şey yapmak istemedi, düşündü sadece düşündü, anlam veremedi, neden kendi dilini konuşmayı yasakladı ki öğretmen, ninesiyle hiç konuşamayacak mıydı artık, o zaman ona kim masal anlatacaktı? Gidip halasına sormaya karar verdi. “Hala, ben Türk müyüm Arap mı? Hala bizim Arapça konuşmamız neden yasak? Hala, hala…” Hala sustu, gözlerinden birkaç damla yaş düştü. Amcasına gitti küçük kız “Amca ben Türk müyüm, Arap mı?” Amca sustu, başını öne eğdi, cevap veremedi. Atın yanına gitti “Senin de dilini yasakladıkları için mi konuşmuyorsun, neden bize yasakladılar kendi dilimizi konuşmayı?”
Kimseden cevap alamadı küçük kız, hiçbir şey anlamıyordu. Burda sadece Türkler yaşarsa dedesi, halası, ninesi niye buradaydı? Sordu kız, sordu,güneşe sordu, bulutlara, çiçeklere sordu, böceklere. “Ben kimim, benim dilim ne? Burada kendi dilini konuşmak neden yasak? Bizim ülkemiz neresi? Biz buraya nerden geldik?” Herkes susmuştu, bu bir sır olmalıydı. Kendi de bu sırrı bilmemeliydi, belki boyu uzun olup memeleri çıkınca diğer kadınlar gibi, o zaman bilirdi. Ama o gün söz verdi, “Ben bu sırrı öğrenince kimseden saklamayacağım.”
MİŞA FALİZ
Comments